16 Şubat 2012 Perşembe

Resimdeki gözyaşları:















- Kitsch’e samimi övgü

- Sevgililer gününe yapılan tezahürat

- Olası bir muhlamadan çalınan lezzet

- Bayrak süslemelerindeki kağıt israfı

- Bu kalp seni “unuturmu”nun mu’su yahut boşa giden dil bilgisi dersleri

6 Nisan 2010 Salı

yazmıyorum çünkü okuyorum



yazmanın okumaktan daha önemli olduğu şu web 2.0, hatta pek yakında web 3.0 çağında yine bir eskikafalılık yapıyor, yazmıyorum. çünkü okuyorum. işbu fotoğraf da durumumu gösteriyor.

ha peki okumam gerekenleri okuyor muyum? cevap soruda saklı. tabi ki hayır. oysa hala kaçmam gereken bir askerlik, bitirmem gereken bir tez var. oof, daha çok iş var.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

almanlar kazınca biz de kazılmış sayıldık

almanlar'ın yaptığı iki şeye güvenicen: otomobil ve futbol. arkeoloji, bu ikisinden de önce gelir. sadece alfabetik bir öncelik değil bu. schliemann'dan beri bu böyle bilinir. homeros bunları dötünden uydurmadı ya der, troya'yı bi güzel dağıtıp bir miktar hazineyle geri döner. "altını üstüne getirme taktiği" dağınık bir odada çorap teki ararken işe yarıyorsa, antik bir kentte hazine ararken neden yaramasın diye düşünmüş belli ki. taktik işe yaramış, voliyi vurmuş, hazine artıklarını da baldızına, bacanağına takı merasiminde takmıştır artık.
neyse işte deneye yanıla arkeoloji işini öğrenmişler. definecilik ve kolleksiyonculuk bilimselleşir ve kurumsallaşırken bugün hala bize hizmet eden enstitüyü kurmuşlar: Deutsches Archäologisches Institut (DAI).


(türkçesi: biz yenilince siz de yenilmiş sayılacaksınız) pek çok şubesinden biri 1929'dan beri istanbul'da. evimize yakın olması sebebiyle bu şubeyle; günümüze yakın olması sebebiyle de son haliyle ilgileneceğiz.
belli ki işte arkeolojinin kendisi ya da benzeri konularla ilgileniliyorsa gidilecek; sanat tarihi, antik mimari, topografi, bizans ya da en güzeli eskiçağ tarihi ve epigrafi (evet ben elbette bu grupta yer alıyorum)
sanki vize alacakmış gibi alman konsolosluğu'na kadar gidilir, sokağın içindeki çile kuyruğuna bakılır, kuyruktakilere acınılır ya da duruma göre gıpta edilebilir. adeta başka bir sınıfın insanıymışız gibi konsolosluk girişinden girilir. sarmal merdivenden çıkarak birinci kattaki kütüphaneye çıkılır. buraya kadar herşeyin fazla basit olmasından işkillenmiştiniz di mi? şimdi biraz karışacak.


çünkü sabah kahvaltımızı yapıp, üstüne de kahvemizi içip çıktıysak ilk darbeyle karşılaştık demektir: kütüphane saat 13.00'e kadar açık, kaldı 2 saat. sonrasinda kalmak için yüksek lisans öğrencisi olup izin almalı ya da daha nüfuzlu bi insan olmaya gayret etmelisiniz.

kütüphane, iki bölümden oluşur: kitaplık ve Ali Bey. künyesini bildiğiniz kitabın kartoteksini bulur, seçer, fişi doldurur sonra da Ali Bey'den icazet alırız. Ali Bey'de sevdiğimiz özellik net oluşudur, ki bu bazen sevmediğimiz özellikle aynı şeydir. ama doğru soruları sorarsanız her zaman doğru cevabı alırsınız.

eğer yazıtları titizce taramak istiyorsanız almanca, hellence, latince, fransızca, ingilizce bilmeniz gayet isabetli olur. bu sırayla. yok bunlari bilmiyorsaniz isiniz git gide zorlaşacak, ne zamandır görmediğiniz tuğba'ya rastlayıp kucaklaşacak, mevcut türkçenizle "daha daha nağber" diyeceksinizdir. ama sonra Ali Bey görür endişesiyle yerinize geri döneceksiniz. bundan sonrası yazıt kataloglarından ilgili yazıtı bulup fotoğrafını çekmek şeklinde devam edecek, tabi ilgili yazıt başka bir yazıta, o yazıt başka bir makaleye, makale konferans sonuçlarına, sonuçlar başka bir kitaba referans verecek, sonsuza kadar fotoğraf çekeceksiniz.

o arada bu haritaya bakıp gitmediğiniz tatil beldelerini ayıklarken bulacaksınız kendinizi, hangi hafta yıllık izne çıksam daha iyi olur?
makine suyla çalışmıyor ya, şarjı bitecek. en güzeli. bitmiş şarj vicdanınızı rahatlatacak. yaklaşmakta olan öğlen yemeği sizi çağıracak. bugünkü çalışmanızı burada noktalarken arı stüdyolarından herkese esenlikler dileyeceksiniz. haftaya geldiğinizde aynı kitapları aramak, fiş doldurmak, beklemek zahmetine girmemek için şu kriptolu notu bırakacaksınız:

kız yazısı. evrenseldir.

11 Mart 2009 Çarşamba

8 mart nip/tuck feminizmi

binayı donatmışlar "bizim şirketin kadınları güzeldir" posterleriyle. neden acaba birden övgüler başladı, yoksa bizden bişey mi isteyecekler? maaşları veremedikleri için artık gazla mı çalıştıracaklar? ya da rakip şirkete hava mı atıyoruz? sonra anlaşıldı: Dünya Kadınlar Günü. aslında anlaşılmadı. mesele de bu. Kadınlar Günü nasıl oldu da "... uzay üssü güzellik merkezi"nin işine yaradı? oy hakkı, kürtaj hakkı, eşit işe eşit ücret, süt izni falan derken, bi yerde "güzellik hakkı" gibi bir talepte bulunan oldu galiba: Bütün Kadınlar Güzel Olmalıdır (?) nip/tuck feminizmi. kadınlara ücretsiz bakım yapıp, maaşın yarısını götüren kozmetik ürünlerini kakalamaya çalışacaklar ve muhtemelen doğum günlerinde yüzde 50 indirim vaad eden sms gönderecekler.


bir fikir yanlış anlaşılabilir tabi de bu kadar mı? bu elbette, organize bir çarpıtma işi. bütün göstergeler erkek egemen sistemi işaret ediyor. gerçi ticari çarpıtmaların hepsini anlıyorum, serbest piyasa bu işe yarar; kadınlar günü'yse kadınlar üstünden, doğum günüyse doğumlar üstünden para kazanılır. bugün bizim şirkettekiler gidecek, birileri heves edecek onlar da gidecek falan. anlaşılır.
ve fekat aynı müzikleri dinlediğimiz, aynı filmleri, aynı kitapları sevdiğimiz aynı dilden konuştuğumuzu varsaydığımız adamların da bu işin içinde olması tuhaf. her şeyi ciddiye alabilir ama feminizm komiktir, erkek düşmanlığıdır, takıntılıdır. kadınlara neden bayan denilmemesi gerektiğini öğrenmiştir de gerisini anlamak istemez. ha belki de minibüs şöförü yaftasından korktuğu için "bayan"dan vazgeçmiş bile olabilir, hoş minibüs şoförlüğünün ahlaksız bi tarafı yok. "bu ettiğin laflar var ya, çok cinsiyetçi" desen "takılma böyle şeylere" der. iyi de o laflar durduk yere çıkmadı ya ortaya, o laflar bir bakış açısının ürünü değil mi? iyi günlerindelerse söylem düzeyinde erkek sistemi eleştirir, ama o sistemin ekmeğini de yerler.
yüzyıllardır kadın düşmanlığı yapılırken kimsenin sesi çıkmaz da, tartışmanın tıkandığı noktada erkek düşmanı olursun. olunabilir, ayıp değil. göğsümüzü gere gere servet düşmanı olduğumuzu söylüyoruz da erkek düşmanı olmanın nesi kötü?
bu sene de böyle geçti ama seneye 8 mart'a almanlarla işbirliği yapsalar da vizeyi ucuza getirsek

2 Mart 2009 Pazartesi

will it blend?



bi ayfonum olsaydı bunu yapmak isterdim. ama kesin paraya kıyamazdım.

26 Şubat 2009 Perşembe

sensin anne kızlık soyadı

bikaç güvenlik sorusu sorup soramayacağını sordu tuğçe hanım. sorunuz dedim. annemin kızlık soyadıyla başladı. baltayı taşa çarptın güzelim. sen benim anneme kız diyemezsin. kız dediğine göre yetişkin olmamış kız çocuğu demek istiyordu. o zaman o zamandı dostlar. yani dedemin, ta nerelerden bulduğu suyu, az sonra bir sırığın iki ucuna bağlayacağı kovalara doldurarak taşıyıp getirdiği bahçesinde yetiştirdiği ve her biri yarım kilo gelen armutların, tıpkı küçük teyzemlerin salonunda duran tablodaki gibi dizili olduğu ağaçları itinayla beslediği zamanlardı. ve annem de o tabloyu yine aynı itinayla bozardı. çünkü henüz bi kız çocuğuydu, yemeli ki büyümeli. ve o anki soyadını sordu tuğçe hanım. soyadı, annemin umrunda değildi. çünkü o sırada az önce dalından kopardığı armutları necati amca ve reyhan teyze’yle bölüşerek mideye indirmeye bakıyordu. reyhan teyze tamam ama necati amca’nın kızlık soyadını bilmiyordum, hemen konuyu bildiğim yere getirdim. “siz de bi kadınsınız bayan” dedim, hiç sizin gibi hamfendi bi kadına böylesine çirkin, böylesine aşağılayıcı ve böylesine cinsiyetçi sorular sormak yakışıyor mu? benim annem de tüm hemcinsleri gibi doğası gereği küçükken kız çocuğuydu, yetişkin olduğunda ise kadın olmuştu. yetişkin eril insanlara “erkek” deniliyor ve fekat benim yetişkin ve dişil anneme neden “kız” deniliyor tuğçe hanım? hala ikinci ve üçüncü harfleri söylememiştim, tansiyonu yüksek tutmaya çalışıyordum. tuğçe hanım’ın ise içinden bile küfretmeyecek kadar umursamaz olduğuna emindim. ve necati amca’nın, sanki varoluşunu, erkek adamın erkek oğlu olacağı iddiasına borçlu olan sümsük oğlu onur şu anda gerekli bikaç güvenlik adımından geçmek yerine günün son solitaire’ini oynarken ben hala annemin kızı olduğumu ispatlamaya çalışıyordum. bu sorular tuğçe hanım’ın önündeki ekranda yazılı olduğu için sormak zorundaymış. ve fekat ben size kazlık soyadınızı soruyor muyum tuğçe hanım? haklısın tuğçeciğim hanım, görev icabı. sorun. ama soyadı evlilikle değiştiğine göre belki de annemin evlenmeden önceki soyadını öğrenmek daha doğru olabilir mi diye düşün. ki o evlilikle soyadı değişmeden az önce anneannem sebziye, nişan çikolatalarının likörlü olmasını istediği halde babaannem şaziye bunu pek uygun bulmadığı için likörsüz alınan çikolataların iki aile arasında gerilim yaratmasını müteakiben, babamın anneme hediye ettiği o madalyon gibi altın kolyenin bir anda kaybolması, annemin tuğçe hanımın öğrenmek istediği o soyadıyla yaptığı son haşarılık ve yahut da likörün intikamı olarak düşünüldü. o madalyon ne oldu bilmiyoruz ama o sırada ikinci ve üçüncü harflerini açıkladığım soyadının, habeşistan’da beş harften müteşekkil bir şehir olduğunu söylesem acaba tuğçe hanım google maps’ten ya da wikipedia’dan habeşistan’a bakar mıydı? galiba onu benim gibi obsesifler yapardı. tuğçe hanım ne yapabilirdi? bu sözlerimi kişisel algılamayarak, müşteri memnuniyeti kapsamında rapor edebilirdi. bence etmedi.



keşki tuğçe hanım'a kızken, annemin bir soyadı alamayacak kadar fakir olduğu gerçeğini söyleseydim. fotoğrafta babam o muhteşem soyadını vermeden önce annemi gerekli birkaç güvenlik adımından geçiriyor.

20 Şubat 2009 Cuma

döner miyiz yine eski günlere?

bikaç sene önceydi, bişeye kızmamıştım, küsmemiştim. biraz soğumuştum. önce gitmemek için bahaneler uydurdum. gitmedikçe daha da soğudum. sonra adını bile duymak istemedim. kimse sorsun istemedim. sorduklarında cevap vermedim. şaşaalı geçmişimin heyecan yaratan bi parçası olarak öylece kalsın istedim. bazen onunla ilgili bişeyler buluyordum evde, kitaplıkta, sehpanın üstünde, eski gazetelerin ya da faturaların arasında; hoşuma gitmiyordu. sonra bi gün bi kağıt geldi. normalde kağıtları severim ama bunu sevmedim. devletten geliyordu. işin resmileşmesi gerekiyormuş. koskoca devlet, oturup bana “artık bitti” yazmış. o an biraz sıkıntı bastı ama sonra alıştım. sanki hayatımda hiç olmamış gibiydi.
sonra tam unuttuğum sıra telefonlar gelmeye başladı, “af dile, geri dön” diye. af dilemeyi zaaf sayanlardan olmadım ama ben “ben af dilemem, affederim” dedim. tuhaf kaçtı. “affederim ama unutmam” dedim. külliyen yalan; iki sene sonunda bildiğim herr şeyi unutmuştum. sonra master tezi ne işime yarar diye düşündüm. ha bu arada tezden bahsediyordum, bişeyden bahsederken aslında bişeyi ima etmek gibi ucuz, böylesine dandik, böylesine sefil bi numaraya başvurmak istemezdim ama kendiliğinden gelişti. neyse. af çıkartmışlar. üniversitelerin müşteri toplamak için düzenli olarak uyguladığı bi taktik. peki bu para tuzağına kapıldım mı? elbette. çünkü nedenlerim vardı. işte master yapmak için 5 güzel neden :
- cv’de şık durur.
- sayesinde işten kaytarılır.
- bitirince maestro olunabilir.
- kardeşimiz yanınızdayken bakkala gitmemek için akademik bir gerekçemiz olur.
- toplu taşıma pasoyla daha güzeldir.